Gelincik Tepeleri

05.07.2015 17:40

Gelincik Tepeleri

 

                           

 

 

Ne kadar yıl oldu bilmem? Eski bir konağın yanı başına ekildiğimde, ovanın rengi bozkıra çalardı. Akşamüstüleri gökyüzü lacivertte dönüşürken, Zeytin ağacının gümüşi efsunlu yaprakları pırıltılar saçarak o eski sahiplerini beklerdi.

 

Orada denizle dağ arasında, ustaların ellerinde şekillenirdi kil. Onalar kili, tencere, tava, çanak olarak kullanırdı. Onlar ki çanağı, aşı, ekmeği topraktan, pancar ve şekeri kamıştan, tuzu deniz suyundan elde ederdi.

 

O gün bu gündür Zeytin ağacıyla ben, dağlara yaslanmış Çınarlı Gelincik Tepelerinin eteklerinde, Denizle AYBALA köyünü seyrederiz.

 

O zamanlar, köklerimi toprakla buluşturan kadını unutmam mümkün değil. Yüreği sevgilere aralı kadın, Avşar Oba Beyi Toraman Ağa’nın güzeller güzeli hanımı, Aybala Sultan’ın’dı. Bir elinde taze bir Zeytin fidesi, öteki elinde (çınar fidesi) ben vardım. İkimizi getirip konağın yan tarafındaki bahçenin kenarına yan yana ekiverdi. Ardımızda Gelincik tepeleri, hemen yanımızda Altın deresi vardı.

 

Toraman, bir Ağa oğlu ve Oba Beyi… O çok sevdiği Aybala’sından bir çocuğu olmuyor diye üzülürdü. Bunun üzerine hazinesininin büyük bölümünü alıp geldi. Güneş, Gelincik Tepelerini aşmak üzereydi. Hazineyi tutup köklerim arasına kazdırdığı küçük bir dehlize gizleyiverdi. O zamanlar da nedenini anlayamamıştım.

 

Aybala Sultan’ın bir türlü çocuğu olmuyordu. Yörük ağası kocası Toraman Ağa onun güzelliğine kıyamamış, başlangıçta üzerine evlenmemişti. O, her şeyden çok "bir oğlum olsun" diyordu. Yıllar geçtikçe yapamadı. Toraman Ağa evlenmeye karar veri. Evlendiğinde, Aybala Sulta'nn hamile olduğundan habersizdi.

 

Aybala Sultan, bebeği olsun diye dualar ederek toprağa ağaçlar dikerdi. Zeytin, Asma, ceviz, badem, incir üzüm ve defne ağaçları… Nihayetinde hamile olduğu anlaşıldı. Oysa aynalı beşik, kuması doğuracağı oğlan için süslenmişti.

 

O yıllarda evlerin iç duvarlarına karşı, kapı ve pencereler açılırdı. Efsunlu duvar diplerinde gömme dolaplar, ceviz oymalı çeyiz sandıklar, baş köşede olurdu.

 

Aybala Sultan’ın Gelincik adından bir kızı olmuştu. Aynalı beşik kuma Füruzan’ın doğuracağı oğlana kalmıştı. Aynalı beşiğin her yanı yaldızlı altınlarla süslenmişti. Ne var ki Füruzan, engelli bir oğlan doğurdu. Bunun üzerine Toraman Ağa beşiği götürüp Altın deresinin sularına bırakıverdi. O günden sonra ne onun odasına gitti, ne de gelip gölgeme oturmadı bir daha.

 

Orada her ÇINAR gibi ben de serpe büyürken rüzgara karşı, arkadaşım Zeytin ağacı ile birlikte Aybala Sultan'la güzeller güzeli kızı Gelinciği seyrederdik. Aybala Sultan’ın kızı, bizim gibi küçücük bir fidandı. Saçları altın sarısı başını süzülerken, rüzgarda nazlıca uçuşurdu.

 

Aybala, bir gün gelip Gelincik'in salıncağını dallarıma asıverdi. O gün sevinçten köklerim toprağa güçlükle tutunmuş, yapraklarım rüzgarda alkış tufanı koparmıştı. Gelincik sallandıkça, rüzgarın elleri Gelincik’in saçları arasında dolaşıyor, onu sevgiyle sarıp sarmalıyordu.

O zamanlar yayla ve ovalara yağmurlar, kar bolca yağardı. Baharlarda kuzular meleşir, otlar boyumuzla yarışırdı. Çocuklar ise ördek ve keklikleri kovalar, ibibiklerle yarışırcasına ceviz, Zeytin ağaçlarının arasında köşe kapmaca oynar, neşeli çığlıklar atarak analarının eteklerinden çekiştirirdi.

 

Gelincik Tepelerinde mevsim her gün bahardı. Yazları dağlardan, ılık meltem yeli eserdi. Köylüler toprağı belleyip yoğurmaktan bitkin düşerdi. Denizle dağ arasında gide gele sevgiye yol olur, el emeği ile alın terinin verdiği haklı kazancın erinciyle karşılığını fazlasıyla alırdı.

 

Köyde, herkes Gelincik’in üvey anasını Füruzan'ı konuşurdu. Toraman Ağanın ona haksızlık yaptığını diyenler olur, kimi yuva yıkan olarak görürdü. Kimi de onun sakat oğlu iyileşsin diye dualar ederdi. Bir de Aybala’nın sağlıklı bir oğlu olsun diye yılda bir defa, Su Türbesi duvarlarına adaklar adanırdı. Sonraları adanan adaklardan mı, erkek çocuğu olsun diye gece gündüz gözyaşı döken Aybala’nın dualarından mı, Su Türbesi hatırına mı bilinmez, Aybala Sultan’ın duası kabul olmuş, Gelincik’e bir erkek kardeş doğurmuştu.

 

Oba Beyi Toraman Ağa Aybala'dan bir oğlu olduğunu öğrendiğinde çoook sevinmişti. Konakta kurbanlar kesilmiş, yedi gün yedi gece aş pişirilerek bütün köy halkını doyurmuştu.

 

O zamanlar Obaya en yakın okul, uzaklıkta bir kasabadaydı. Çocuklar eşek-at sırtında yarım gün yol alarak okula gidip gelirdi. Bunun üzerine Toraman Ağa, köye bir okul yaptırmak için kolları sıvadı. Sonra vakit kaybetmeden yollara düştü. At sırtında uzun süren bir yolculuktan sonra şehirde ulaşmıştı. Orada ünlü inşaat ustası olan, Kadim ustayı bulup köye getirdi. Köye gelir gelmez ilk olarak adama köyü gezdirdi.

 

Kadim Usta ilk iş olarak Gelincik tepelerine çıktı. Oradan köyü kuş bakışı görebiliyordu. Köyün öbür ucundaki yan yana duran Cami ile kiliseyi uzaktan seyretti. Sonra kekik, adaçayı öbeklerinin kokularını içine çekerek, bozkırda uzun uzun dolaştı. Köye dönerken, madımak, kantaron otundan bir demet topladı. Toraman Ağa ile birlikte gelip, gölgemde bir mola verdi. Kahya onlara dağ çayı getirirken, onlar katırtırnaklarının, ölmez otlarının sarısı, ebegümeci, karabaşların mor parıltısı ile yanı başımda biten yoncalar arasında arıların vızıltısını dinliyordu.

 

Kadim Usta, okul için kolay kolay bir yer beğenmiyordu. Çevreyi karış karış dolaşarak köyün en uç yerine kadar gezdi. Sonra gelip hemen yanı başımda durdu. Bir yanımda konak, bir tarafımda Gelincik Tepelerinden akan Altın deresi vardı. Usta nihayetinde kararını vermişti. Gidip konağa yakın, Gelincik tepelerinin yamacında, harmanın hemen yakınında akan, Altın dersinin kenarını seçti.

 

Kadim Usta, okul inşası sırasında, ara sıra gelip gölgemde dinlenirdi. İçinden geçenleri sesli düşünür, benle candan bir dost gibi konuşurdu. Böylece onunla bir yaz boyu süren dostluğumuz bir hayli ilerlemişti. O sesli düşünür, ben sessizliğin sesi ortasında onunla, bazen de Aybala Sultan ile kızı Gelincik’in neşeli kahkahalarını dinlerdim.

 

“Okul için burası uygundur! Bizler, ancak bu yeşillikler arasında huzur buluruz. Bir de çocuk sesleri ile kuş cıvıltıları arasında dar kapılardan geçip geniş pencerelerden evrene bakar, gökyüzünü bambaşka güzellikte görürüz.”

 

Köy halkı her yaz başında, yaylalara göçerdi. Oymak Boyu Beyleri, göç gününü önceden tespit eder, günler öncesinden duyuru yapardı. Köylüler önceden bildirilen yaylağa gitmek üzere, günlerce muammalı bir hazırlığa başlardı. Yaşlısı genci, el birliğiyle eşyalar at arabalarına yükler, üzerine kilimler atılarak keçi koyun sürülerine küçük çanlar takılırdı.

 

Yayla yolunda kervanın yeni elbiselerini giymiş, elinde kirmani ile yün eğiren Aybala ile kızı Gelincik en önde yürürdü. Genç erkeklerle kızlar at sırtında sürüyü çevirir, oba boyunun çocukları, kadınları, hayvan sürülerinin önünde veya yanında yürürdü. Uzun yolculuktan sonra yaylağa varılır, çadırlar kurularak yerleşirlerdi. Sonbahar gelince de benzer merasimle yaylaktan köye göç edilirdi.

 

O yaz, Toraman Ağayla Kadim Usta ovanın en iyi inşaat ustalarını toplayarak okulu tamamlamıştı. Okul inşaatı sırasında Hristiyan, Musevi, Sünni, Alevi vatandaşların da yardımı ve emeğiyle, el birliğiyle tamamlandı. Aynı heyecan ve coşkuyla okulun açılışı törenle gerçekleşti.

 

Aynı sıralarda İmamla Papaz bütün çocukları toplayıp, kendi eliyle okula kaydettirildi. Yalnız, Gelincik’in okula gitmesini baba Toraman Ağa kabul etmiyordu. Onun okul çağını geçtiğini iddia ediyor, okula gitmesi konusunda ikna olmuyordu.

 

Köyün gelinlik kızları, genç delikanlıları gelip gölgemde okulu seyrederdi.

 

O günden sora her eylülde, bütün köy halkı hep birlikte okul bahçesine toplanır, açık havada büyük bir coşkuyla okulun açılış töreni yapılırdı. Toraman Ağa ile köy halkının çoğu sevinçlerini bastıran bir merakla okul avlusuna doluşurken, her yıl okulun açılışının ilk günüymüş gibi törensel bir havada ilk ders zili çalardı. Zamanla okulun açılışının ilk günü, törensel kutlamalara sahne olurdu. Her yıl tekrarlanan kutlamalarda, bir hafta süreyle okul bahçesi panayır alanına dönüşürdü.

 

Baharda insnlar bir başka mutlu olurdu. Köyde kutlama yapmak için neden çoktu. Orada, kekiklerle yarpuzların arasından dağ lalelerinin boy verdiği mevsimde, kasımpatılarının coşkuyla insanlar sevgiyle kucaklaşır, birbirlerine hediyeler verip, börekler, çörekler yenilerek neşe içinde Nevruz kutlamaları gerçekleşirdi.

 

Aybala’nın oğlu Timur okul çağına geldiğinde, baba Toraman Ağa onu okula kaydettirmişti. Gelincik ise ağlamaklı gözlerle uzaktan uzağa okulu seyretti. Yanıma gelip uzun uzun ağlardı günler çok olurdu. Bense Gelincik adına çok üzülürdüm. Bazen de içimden bir çocuk olur, Gelincik’ik ile el ele tutuşarak okula koşmak isterdik. Ne var ki baba Toraman ağayı ikna etmek mümkün değildi.

 

Her eylülde benle Zeytin ağacı, çocuklar kadar mutlu, şen olurduk. Her ders zili çaldığında, okul çocukları arasına karışır oyunlar oynuyormuş gibi yapardık.

 

Gelincik, dere kenarında ışkın veren bir fidan gibi, çabucak serpilip büyüyordu. Büyürken, onunla yaşıt olan Amos'un oğlu Yuşa ile göz göze gelir, anlayamadığı bir nedenle yüreği heyecanla çarpardı.

 

Hayat akıp giderken, her şey kendi düzeni içinde işlemekteydi. Güneş, bulutlar, yağmurlar, hepsi, belli bir düzenin parçasıydı. Defne dallarına incirler, cevizli pestiller serilerek kurutulurdu. Sergilerdeki yemişler kehribar sarısı, nar ağaçlarının yeşil al kırmızısı, Zeytinler yeşil, ela, kara gözlüydü.

 

Aybala yemiş ağaçların yansıra, türlü sebzelerle elvanı-renkte çiçekler ekerdi. Sebzenin yazlık ve güzlüğünü ayrı ayrı yetiştirirken, komşuları onun sarı sarı açan kabak çiçeklerini, sırıklara sarılı salatalık, fasulye ve biberlerini, al al domateslerini hayranlıkla seyrederlerdi. Köyde bal kabaklarından çeşitli tatlılar, reçeller yapılır, pekmez ile nar şurubu kaynatılır, tahta fıçılarda şarap ve sirke suyu mayalanarak şişelerdi.

 

Gelincik genç kız olmuştu. Görücüleri gelip gitmeye başlamıştı.

 

O kış çok sert ve soğuk geçiyordu. Yağmurlar bardaktan boşalırcasına yağıyor, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Gök yarılırcasına gürlüyor, çaylar, dereler kabına sığmıyordu. Bahara bir ay kalmıştı. Tabiatana yeniden uyanıyordu. Güneş billurdan ışıltılarla Gelincik tepelerinin en ucundan, dağların eteklerine, denizin üzerine doğuyordu.

 

Bahardan kalma bir gündü. Aybala yağmur öncesi çocukları Gelincik ile Timur’u yanına alarak ormana doğru yürüyüşe çıktı. Bir vakit eğlendikten sonra eve döneceklerdi ki yağmur bulutları bir anda kümelenmişti. Siyah bulutlar arasında şimşekler gökyüzünü yırtarcasına patlıyordu! Toraman Ağa ile adamları onları aramak için atları çoktan koşmuş, yola çıkmışlardı. Çok geçmeden yağmurla beraber gökyüzünü aniden fırtına bulutları kaplayıverdi. Hava aniden kararmış, göz gözü görmüyordu.

 

Aybala ile çocukları ormanda kaybolduklarını anlamışlardı. Üçünü de derdin bir korku sarmıştı.  Gelincik, köye giden ana yolu görünce sevinmişlerdi. Korkuları bir anda silinip gitmişti. Yolu takip ederek köye varmışlardı. Konağa yaklaştıkları sırada hemen yakınlarına bir yıldırım düştü! Onlar ise korkuyla gelip dallarımın altına sığınmaya çalıştı. Tam bu sırada bir yıldırım da tepemize düştü! Herşey bir anda olup bitmişti. Dallarım tırpanlanmış gibi kırılıp yere serilmişti. Dalların hemen altında, Aybala Sultan ile iki çocuğunun cansız bedenleri birbirlerine sarılmış halde boylu boyunca uzanıp yatıyordu. Zeytin ağacı, rüzgarın şiddetinden mi, acıdan mı bilinmez dallarını yerlere kadar eğiyordu.

 

O günden sonra köyde kırk gün kırk gece yas ilan edilmişti. Oba Beyi Toraman Ağa, Aybala ile çocuklarını (Gelincikle Timur’u) kırılan çınar dallarım altına gömdürdü. Onlar ise herkesin umut ve gölgelerini de alıp gitmişlerdi.

 

Aybala ile çocuklarının kaybı Köy ile bütün ovayı sarmıştı. Üç güzel insanın bedeninin toprağa düştüğü kırkıncı gününde Toraman Ağa baltayı kaptığı gibi yanıma gelip durdu. Önce çocukları ile Aybala Sultan’ın mezarı başına kapanarak haykıra haykıra ağladı. Sonra hışımla gelip baltayı kaldırdı. Gövdeme birkaç darbe indirdikten sonra vazgeçti. Gövdem baştan sona sarsılırken, dallarımdaki kuşlar çığlık çığlığa uçuşup kaçtı!

 

Köydeki insanlar, ağaçlar ve güller hala yastaydı. İnsanlar taşıyamadığı acıları getirip, gözyaşlarıyla beraber eteklerime bırakıyordu. Eteklerimde, üç taze mezar vardı. Toprağı çiğli ve nemliydi. Tam bu sıralarda Firuzan’ın oğlu Doğuhan yürümeye başladı. Bunun üzerine, Toraman Ağanın gözyaşı dindi. Yüreğine tatlı ve buruk bir sevinç yerleşti.

 

Doğuhan yürümesi ailesi için büyük bir teselli olmuştu. Bunun üzerine Toraman Ağa, bir şafak vakti elinde kazma kürekle yeniden yanıma geldi. Köklerim altına gömdüğü hazineyi kazıp çıkardı. Mümkün olsaydı ona; “Değerli Hazineni bu günler için mi sakladın” diye sormak isterdim. O ise çok değer verdiği hazinesini, taze mezarların üzerine özenle sermekteydi. Birkaç gün sonra da ellerinde gül fideleriyle geldi. Taze mezarların etrafına gülden duvarlar ördü.

 

O gün bu gündür, Aybala ve çocuklarının mezarı geceleri ay ışığında ışıldarken, gündüzleri gül kokar oldu.

 

Kaç yıl oldu bilmem? Şimdilerde, neşeli çocuk sesleriyle ibibikler, eskisi kadar güzel ötmüyor artık. Üstelik defne ağaçları, güller, yarpuzlar, kekikler, karabaş otları beton tarlaları arasında kayboldular. Üç taze mezar, talan edileli çok oldu. Ayabala’nın diktiği ağaçlar bir bir kesildi! Onları paramparça edip götürdüler yanımdan. Bense beton duvarları arasına hapsedilip kadım.

 

Olsun. Çocuklardan yana umudum var hala. Son dalımı da kesip yaksalar, her yaylak dönüşü okul bahçesinde cıvıldaşıp oynaşan kuşlarla çocuklara, Aybala ile aynasız beşiklerde büyüyen bebeklere, sessizce Gelinciğin hazin öyküsünü anlatırım.  

 

İşte o gün bu gündür Zeytin ağacıyla ben, denizle dağ arasında Gelincik tepelerine yaslanarak Çınarlı Tepelerinin eteklerinde AYBALA köyünü seyretmekteyiz. Ama hiçbir şey eskisi değil artık.

 

Yaşlı Zeytin ağacıyla birlikte, Gelincik tepelerinin kaybolan silueti ardında, beton yığınları arasında, kesileceğimiz günü hüzünle bekliyoruz.

 

 

Hatice Elveren Peköz

 

 

©©©©©©©&&&©©©©©©©