Defne (Yeminli Kitap'tan Alıntı)

05.07.2015 18:54

   Defne, düşünde yüzünü pek hatırlayamadığı annesini görmüştü. Kiralık bir ev aradığı günlerde, tüm kadınların yüzünde annesini aramıştı.

 Evden çıkarken, “dönüşü yoktu bu yolun. Yeni bir ev bulmalıyım” diye düşündü. Koca şehrin kalabalığında bir başına, herkese yabancıydı. Küf kokulu, güneş görmeyen evin içinde, ışıksız bir fidan gibi yüzü gün geçtikçe soluyordu.

    “Kimsenin yüreğinde merhamet kalmamış” diye düşündü.  

      İçinde dinmeyen fırtınalar esiyordu. Bu telaşla evden çıkıp hızlı hızlı yürümeye başlamıştı. Eteklerini savurarak güneşin doğduğu tepelere doğru koştu. Pembe beyaz bacakları otların arasında bir görünüp bir kayboldu. Tepeye vardığında yanakları al al olmuş kulaklarına kadar yanıyordu.

      Derin bir nefes aldı. İşte tam da güneşin doğduğu yerdeydi. Tanrıya daha yakın olduğunu düşünerek, yüzünü güneşe çevirip uzun uzun dualar etti.

    Tepede rüzgâra doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Birden koşmaya başladı. Toka ile topladığı dalgalı saçları koştukça çözülüp mısır püskülü gibi rüzgârda savruldu. Sabah kopardığı takvim yaprağı avuçlarında ufalanmıştı.

    Tırmanacak tepe kalmamıştı. Ama zirvedeydi ve hâlâ içinden yukarı doğru tırmanmak, koşmak geliyordu. Işığa doğru koşan pervaneler gibi sevmek, sevilmek ve güzel mekânlarda yaşamak istiyordu. “Toprağın ne altı, ne de üstü beni yolumdan döndüremez” diye düşündü.

       Mutluluğun tohumları yüreğinde gizliydi.

       O, kimin kızıydı? Elini uzatsa ona dokunacak gibiydi? Gözlerini yumdu, güzel gözlü genç adamla bu tepelerde el ele dolaşırken düşledi.

   İçinde biriken öfkeyi dizginlemek istercesine dalgalı saçlarını ensesinde toplayıp ve yeniden çözdü. Bunca güzelliğine rağmen ne zaman aşkı düşünse, ince bir utanç ateş gibi bedenini sarıyordu. O'nun olmayı aklından silemiyordu.

    Eve döndüğünde temiz havanın yorgunluğu ile geceliğini giyinip, yastığa gömüldü. Güzel gözlü adam hiç aklından çıkmıyordu. Onunla bakışmak ne güzeldi. Yıllar öncesinin komşu oğluna benziyordu. İş yerinde hangi yöne dönse onun görüyor, ya da ondan kalan aşkın ışıklarını buluyor gibiydi. Aşk buğusu dedikleri şey belki de buydu?

      Geçmişten gelen o utancı olmasa koşup onun kollarına atılacak, günah işlemekten çekinmeyecekti.

     Bu hayatta kimin kızı olduğunu unutan bir dostu olmayacak mıydı hiç? …………

       Annesinin aşktan başı döndüğü bir günde, onun küçücük bir yürek atışıyla dünyaya gelişine birileri çok içerlemişti. O gün bu gündür o kancalar vücudunda, ruhunu acıtarak takılı kalmıştı.

      Bir “aşk çocuğu” olarak doğmak bu dünyada çok günahtı. Biliyordu. Şimdi o annesinin aşkının bedelini yaşam boyu aşksız kalmakla mı ödeyecekti? Yüreğinde ne zaman bir aşk filizlense birileri gelip üzerine kördüğümler atıyordu. Geceleri yalnız yataklarda aşksız uyurken, yüreğindeki yangını kimler bilsindi.

   “Ah, bahardan kaçılır mı?” diye iç geçirdi. Aşk yolları uçurum olsa da yürümek istiyordu. Önüne derin derin uçurumlar çıksın, o da kollarını açıp “sana geliyorum” diyerek, bedenini ve ruhunu dibi görünmeyen o uçurumlara bıraksın istiyordu. Herkesler aşkı itiraf edemezken aşka bu susamışlık, nedendi? diye iç geçirdi. Oysa gönlünün bal peteklerinden süzülen her damla yaşı yüreğinde aşk için biriktiriyordu.

  Kocası gideli evlere temizliğe giden gündelikçi kadın olmuştu.

     Ne zaman yatağa girse anneannesinin sözleri kulaklarında yankılanıyordu.

    “O kimin kızı dediklerinde, utanıyorum!” diye, sesli sesli düşünürdü.

       Ya hayalleri? Kimselerle paylaşmadığı, paylaşamadığı hayalleri… Annesi, babası…

     Anneannesi, “Çeşmeden su alırken, sallanma, sağa sola bakma! Kimseyle tek laf etmeden git ve gel!” nakaratını dilinden hiç düşürmezdi. Belki de bu yüzden onun hiç yakın arkadaşı olmamıştı.

      Gitmek ve tüm şehirlerin kapısını ardından kilitlemek vardı!

        Gitmek kolaydı, ama unutmak… Onu unutmak korkusu daha da zor değil miydi? Köyde kalan komşu oğlu… Kimselerin bilmediği fark etmediği o bakışlar.

     Kızından ağzı yanan anneanne torununa cehennem etmişti hayatı. Şehir ise, daha da büyük bir hapishane olmuştu.

      Anka kuşu kadar bilinmeyen bir baba… Onu ağzı süt kokulu bırakıp giden, başka diyarlarda, bilinmeyen hayatlar süren anne? Aşkına yenik düştüğü için kaçan annenin arkasından gözünün yaşı hiç dinmeyen o kız büyümüş bir koca kadın olmuştu.

       Şimdi anneannesi de yoktu artık. Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Köye dönse, o komşu çocuğu hala orda onu bekliyor muydu? Ya yine “İşte, ‘o’nun kızı geliyor!” derler miydi?           

       Şehre gelin giden Defne’nin yüreğinin yarısı köyde bırakıp gelmişti.

      Anneannesi, “Tarlalarda ömür çürütmek daha mı iyi?” derdi. Bu köyde kadın olmak yüreğini gökyüzüne asmak değil miydi?

     Okula ilk başladığı gün anneannesi “Allah vere de okul biter bitmez hayırlı bir kısmetin çıkar da ben de kurtulurum” dememişti.

     İşte hayırlı kısmet çıkıp gelmişti. Şehre gelin olmuş, şanslı kızlardan biri olmuştu. Kocası ondan çok büyük ve o çocuk gelin olmuştu. Ama olsundu. Anneannesinin söylediğine göre, böylesi yaşı büyük adamlar karısının kıymetini bilirlerdi.

   Anneannesinin sıkı tembihlerini unutmadı hiç. Büyüdükçe, temizlik, bulaşık, çeşit çeşit yemekler, ütülü gömlekler… Kocası hep yabancı, içine kapanık duruyordu. Ne zaman konuşacaklar, birbirlerine şaka yapacaklardı. Tanımadığı bu şehirde el ele tutuşup sinemaya gidecekleri günleri bekliyordu hep.

     Günlerce yolunu gözlediği tır şoförü kocası bir dönüşünde yüzü gözü kan içinde hışımla içeri girip ceketini kaptığı gibi aynı hızla çıkıp gitmişti. Gidiş o gidiş. Karnındaki bebesi ile geceler boyunca beklemişti Defne ama ne gelen vardı ne giden.

    Sonra tanımadığı adamlar, polisler gelip, evin kocasına ait olmadığını boşaltması gerektiğini söylemişlerdi. Koca şehirde gidecek hiçbir yeri yoktu. Daha doğmamış bebeğine sarılıp, ondan güç almaya çalışıyordu ama o da onu yarı yolda bırakmış, bir gece yarısı bacaklarının arasından süzülüp daha doğmadan bu dünyaya yüzünü dönmüştü.

    Ölmeden torununu baş göz eden anneannesi, arkasından kocası, şimdi de bebeği gitmişti. Annesi zaten ilk giden olmuştu. Yok, ilk giden babasıydı. Annesi ikinci gidendi…

     Ya babası kimdi?

    Gidenlerden biri olan imam nikâhlı kocasını soracağı hiç kimseler yoktu. Baba, annesini de kayıp...

        Bir ayağı köye dönmeyi isterken, diğeri kaçıyordu. Kimin kızı olduğu, geçen yıllarla birlikte unutulmuş olabilir miydi?

    Herşey çok geride kalmıştı. Yaşamak ve mutlu olmak için hataya hiçbir şey için geç değildi. Mutluluk her gün kapıyı çalmazdı. Bazı bazı evlere gelen anlık bir misafirdi.

 Evet seviyordu. Bunun başka adı yoktu. O güzel gözlü, genç adama âşık olmuştu. Kimseler bilmiyordu ama olsun o biliyordu ya, yeterliydi. Yüreğinde büyüttüğü aşkı içinde deryalar gizliydi. Bunu o görüyordu ya, "başkası görmese de olurdu.

    O,  güzel gözlü delikanlıyla, bir akşamüstü bir kafeteryada oturup karşılıklı kahve içmiş, sonraki buluşmalarında bol kepçe lokantasına gitmişti. Şimdi sıra kendisindeydi. Ona söz vermişti. Çok sevdiği güneşli tepeleri gösterecekti.

Ama o, kendisinin daha önce evli olduğunu bilmiyordu. Ona nasıl söylesindi?

   ……  İçinde biriken öfke patlamalarını öteleyerek, dalgalı saçlarını yeniden ensesinde sıkıca topladı. Yer, gök, hava, deniz, toprak, güneşle yıldızların güzelliği içinde kopan fırtınaları kesmiyordu.

     Ertesi gün her zamankinden daha erken evden uyandı. Utancından aynaya bakmadan evden çıkmıştı. Saate baktı. Daha koca bir saat vardı. Dönüşü yoktu bu yolun. Çılgınlıkta olsa, sözünde duracaktı.

     Güneşli tepelere doğru koştu koştu. Pembe beyaz etekleri rüzgârda savrulurken, yakası açık bluzundan dışarı yarı taşan gür memeleri gelinciklere benziyordu. Üzerindeki mavili penye bluzu terden sırılsıklam olmuş, ince narin bedenini kavramıştı. Koştukça yüreği hafifliyordu. Toka ile topladığı saçları çözülüp çözülüp, rüzgârlara savurdu.

    İçindeki aşk duygusu ile birden annesini anımsadı. O da mı, babasına böyle delicesine âşık olmuştu?

     Vakit ilerledikçe Defne’nin huzursuzluğu artıyordu. Ya burayı bulamazsa diye düşünüp adresi iyice tarif etmediği için hayıflanıyordu. Dalgalı saçlarını ensesinde bir topladı bir çözdü. Çıplak ayaklarıyla toprak üzerinde yürümeye başlarken, umutsuzca başını önüne eğdi. Umudunu yitirmiş, gözlerinden damlalar süzülürken beklemekten vazgeçmişti. Tepenin yamacında yeşil ağaçlar, gür maki çalılıklarla çevrili küçük bir derecik gördü. Kendi gibi nereye aktığı belirsizdi? 

     Etrafına bakındı, tepede ondan başka kimseler yoktu. Bir süre derenin şırıltısını dinledi. Yaklaştı, suyun içinde kendi yansımasını gördü. Birden bir içindeki çocuk hafifliğiyle soyunarak kendini derenin sularına bıraktı. Ne kadar zaman geçtiğini düşünmeden, sudan çıkıp dere kenarına oturdu. Üstünü yarı giyinmişti ama az da olsa üşüyordu.

      Birden omzuna sıcacık bir el dokunuverdi. O anda tepeden tırnağa ürpermişti! Başını çevirdi, gözleri sevinçle parlıyordu. Yaşadığı düş mü yoksa gerçek miydi?

   Hiçbir şey sormadan, omzuna dokunan o sıcacık eli tutup, sıkıca kavrayarak kendisine doğru çekti. O an her şey susmuş, dünya susmuştu. Derenin şırıltısı ve bir de aşkın sesi, Güneş Tepelerini sarmıştı.

   Eve döndüğünde, yaşadıklarını düşündükçe heyecandan kalbi duracak gibiydi? Günün yorgunluğu ile geceliğini giyinip, yastığa sarındı. Kimseler duymamalı, bilmemeliydi!

  Uyuyamıyordu. Gözleri açık düş görür gibiydi. Anılar rüya gibi kafasına üşüşüyordu. Komşu teyze “O kimin kızı?” diyor, anneannesi birden bire kolundan hışımla çekiştirerek, oyundan çekip alıveriyor onu. O ise, babası ile annesinin hayalini bir daha göremiyordu.

     Şimdi her şey geride kalmıştı. Koca şehir deniz, deryaydı. Sevdiği adam tatlı bir rüzgâr gibi, yüreğinde meltemler estirmişti. Bir de temiz bir ev bulsa daha ne isterdi ki?

Defne, o gün utancından işe gitmedi. Sevdiği adam ile bakışırken yakalanmaktan,  kendini ele vermekten korkuyordu.

    Erkenden kalkıp yeniden ev aramaya koyuldu. Ev sahibi, “En fazla bir hafta… bir haftada çıkmazsan eşyalarını kapıya kayarım” demişti.

   Kocası geri dönmeyince, genç ve güzel bir dul olmanın suç olduğunu da, bu şehirde öğrenmişti. Ev sahiplerinin dul kadından hoşlanmadığı, onlara güvenmediği de hayatın içindeki gerçeklerden biri gibiydi? Zaman zaman kimin kızı olduğunu anımsatan o kadar çok insan oluyordu ki. Onlara kızamıyordu artık. Onu tanımasalar da, ona kimin kızı olduğunu anımsatmanın bir yolunu buluyorlardı.

     Tezgâhtar olduğu ilk gün ne çok sevinmişti. Artık tuvalet temizlemekten kurtulmuştu. Yavaş yavaş tanımadığı bu şehri sevmeye başlamıştı.

    Vakit öğle olmuştu. Sevdiği genç adamın tarif ettiği, eski binayı ve loş sokağı sonunda bulmuştu.

 Açık olan kapıdan içeri doğru ağır adımlarla usulca yürüdü! Gizli bir bahçenin kapısını aralar gibi, ürkek avluya girdi. Havada hoş baharat kokuları vardı. Avlunun köşesindeki yaşlı kadını fark ettiğinde biraz şaşırdı. Yaklaştıkça, kadının göründüğü kadar yaşlı olmadığını, gençliğinde çok güzel olduğunu fark etti.

 Kadın yerde serilmiş şiltenin üzerinde oturmuş, ellerindeki defne yaprak ve çiçeklerini sever gibi kokluyor, sonra bakır bir tepsiye seriyordu. Kadının etrafındaki bakır tepsilerin içinde biber, reyhan, nane, kekik kurumaya bırakılmıştı.

  “Kadın rahmetli anneanneme ne çok benziyor?” diye düşünce, içinden bir ürperti geçti.

     ”O olabilir mi?” diye iç geçirdi.

      Yaşlı kadın bu buluşmayı, yüzyıllardır bekler gibiydi?

   Çok geçmeden iki kadın, ana kız gibi baharat kokuları arasında karşılıklı oturdu. Kadın söze nasıl başlayacağını bilemiyordu. Oysa o bunu hayatı boyunca beklemiş gibiydi?

 Defnenin içinden geçen bir ses durmaksızın aynı soruyu sorarken, istem dışı sesli düşünmüştü.

 “Anne sen hep bu şehirde miydin?”

   Önce yanıt veremedi yaşlı kadın. İki damla gözyaşı derin çizgili yanaklarına süzüldü.

    “Belki kocan beni istemezdi.”

   Defne düşlerden gerçeğe dönüşünde kadınla sohbeti ilerletmiş, gerçekte öz annesiyle konuşuyordu.

  “Anneannemle görüşüyordun demek. Ama kocam gideli çok oldu.”

     “Çok geç öğrendim.”

     “Niye anne, niye beni aramadın? Onca sıkıntıyı çekerken niye beni yalnız bıraktın?”

     “Üvey baba, oğulluk falan...”

   “O’nun kızı” derler diye mi uzak durdun? Ama “o” zaten sensin!” geride kalan bir hatayla yüzleşmek istemedin! Onun için mi, sen de sevmedin beni anne? Senin kızınım, o aşktan geriye kalan olduğum için mi?“ dedi ve sustu!

    Kadın, “Seni hep sevdim. Anneannen beni asla affetmedi. Ceza olarak, seni bana göstermek istemedi! Benim yüzümden sana saldıracaklarını, suçlayacaklarını, acı çektireceklerini biliyordum. Kocanın eline fırsat geçmiş olacaktı. Oysa kocan da uğursuzun tekiymiş. Zavallı annem ne bilsin.”

   “Bu kadar mı anne! Hepsi bu mu? Elinden başka bir şey gelemez miydi? Başka bir şehre gidemez miydik? Ben senin kızınsam, baş başa o şehirde ana kız yaşayamaz mıydık?”

    “Şimdi ki aklım olsa, senden bir dakika bile ayrılmazdım. Gençlik işte insan zayıf oluyor. Anneannen hastaydı.”  

   Defne uzanıp annesinin dizlerine, başını koydu. Annesi hırkasını çıkarıp kızının üzerine örttü.

   Uyandığında güneş çoktan tepenin arkasına aşmıştı. Ana kız yer sofrasında çorba içerken, birden başını kaldırıp annesinin gözlerine baktı.

     “Sevmedin mi kızım? Yumurta kırarım istersen.”

     “Anne ben de âşık oldum.”

    Defne uzun uzun işyerindeki güzel bakışlı delikanlıdan sözetti. Annesi şaşırmamış gibiydi?

     Akşamüstü avluya biri girdi.

     Defne’nin dili tutulacak gibi oldu. Güçlükle “Anne bu o!” dedi usulca.

     Annesi, “Biliyorum. İyi insan lafı üstüne gelirmiş.” Dedi.

 

* * * * *