Çinko Dam Altında Bir Ömür (Senaryo Hikayelerim)

05.07.2015 17:43

Senaryo Hikayelerim

 

Öykü:                              Çinko Dam Altında Bir Ömür

 

Ilık bir Eylül sabahında, süt almak için Hasibe ile Saniyelerin çalmıştım kapısını. İkisi de yorgun ve bunaltıcı düşlerden uyanmış gibiydi.

 

Onlar için hayat sabahın erken saatlerinde başlardı. Ama biraz da içe kapalı yaşamları vardı. İnekleri olmasa, beklide kapılarını çalan olmazdı?

 

Avluda, tahtadan yarı çürük bir sedirin üzerine karşılıklı oturduk. Bildik konular başlamıştı. Hasibe’nin aklı karışmış, düşleri siyanürle yıkanmış gibi belleğini yokladı. Sonra olanca bilmişliğiyle ve tanıdık yenilgilerle çatallanmış sesiyle karşılık verdi. Kalkacak gibi oldum, kahve diye tutturdu. "kahveyle aramyok" dedim, ama Saniye’nin kulağı bizdeydi. Mutfaktan,“cezveyi ateşe sürdüm,” diye seslendi.

 

İkisi de evde kalmış kız kardeşti. Ama Saniye dört duvar arasında, köyde olan bitenden her şeyden haberdar oluşuna şaşırırdım. O ablasına göre daha genç ve hayat doluydu. Başta ablasını yalnız bırakmamak için kimseye varmamış ama pişmandı. Yüzünde hala duru bir güzellik vardı. Gün görmemiş, gecenin bulutları üstündeki yağmur damlaları gibiydi renkli gözleri. Yaşamın kıyısında durup, bir an soluklanmak ister gibiydi?

 

Onları tanımasaydım, her şey çok daha kolay olurdu belki? Öyle hayatıma bir anda girip, akılımın bir köşesine gelip oturmuşlardı. “Biraz da kadere acı karşısınca, acı yazılırmış,” diyerek iç geçirdim. Onlar için yalnızlık, karanlık ve çıkmaz bir yoldu. Sevgisiz kör dehlizlerde, aşksız ve ışıksız büyüyen çiçekler gibi her gün biraz daha yalnızlığın kahredici boşluğuna düşerken, zaman eriyip akıyordu avuçlarından.

 

Hasibe’nin dünyası ise yüz metrekarelik avlu, inekler ve çiçeklerinden ibaretti. Gözleri bir ufka, bir de kapı aralığından dışarıya bakardı. Sürekli birinin gelmesi bekler gibiydi. Beklediğinin gelmeyeceğini bildiği halde kapıyı gözlerdi. Bir ara sessizce ağladığını fark ettim. Ama o ağladığını görsün istemezdi. Sonra dağları sarsan solukla derin bir ah çekti! “Yeraltı suların dibinden gelen ve umuda çıkan bir yol olmalı?” dedi usulca. Ama yoktu. Yılların ağırlığı omuzlarına çökmüştü.

 

Saniye, ara sıra söze karışıyordu. Kahvenin ardından, çayla süt kaynatıp getirmişti. Gülümseyerek, bardağı uzatıyor ve hiç ısrar etmiyordu. Çaydanlık tepsisini tahta bir sendeliye üzerine bıraktı. Elindeki beyaz bir gülü avucunda ufalarken; “sandıklar dolusu çeyizimiz vardı da ne oldu? Herşey boş şimdi” dedi, seslice.

 

Onlar bir ineklere bakar bir de gül, karanfil, sardunya, lavanta çiçekleri yetişirdi. Rüzgâr estikçe, çiçeklerin kokusu kınalı saçlarına karışırdı. Konuşurken, uzakta bekledikleri biri varmış gibi ikisi de aynı anda başını ufka doğru çevirirdi. Bense onların, umudu içinde sönmeye yüz tutmuş gözlerine bakardım.

 

Hasibe o gün de sabahın erken saatlerinde kalkmıştı. Yarı bıkkın, ahıra doğru ağır aksak yürüdü. Bu yıl ayaklarına sızı girmişti. Saniye, ondan daha önce uyanmış çalı süpürgesiyle avluyu baştan sona süpürmekteydi. İkisi de evle-ahır arasında mekik dokurken, bir an göz göze geldiler.

 

Hasibe; ”ahırdaki inekler bile bizden şanslı” dedi usulca.

Saniye; “evet, onlar bile doğuruyor ve çoğalıyorlar” diye ekledi, başını öne eğerek.

Bu sırada avlu kapısı önünde, seslenen komsu gelini Meryem’in sesiyle irkildi her ikisi de.

“Hasibe abla, sütünüz var mı?”

 

Hasibe; topraktan ördüğü göçmen ocağının altına odun sürüp ateşliyordu. “Yaşam ne garip döngü? Meryem daha dünkü çocuktu. O bile evlendi ve çoluk çocuğa karıştı. Biz hala şu çinko damlı evde çürüyüp gideceğiz.” diye iç geçirdi. Sonra seslice; “evet, Meryem gelin; sütümüz var. Hele bi buyur gel” dedi, belini ovalayarak.

 

 Meryem sütünü alıp giderken, Nazlı’yla Ömer’in oğlu Faruk kapıdan seslendi.

“Hasibe teyze, annem süt istedi” dedi, elindeki süt kavanozunu uzatarak.

 

Saniye sütü hazırlarken, Hasibe elinde su kovası öylece donup kalmıştı.

“Faruk büyüdükçe babası Ömer’e ne kadar da benzer oldu. Onlarla ne bayramlar yaşadık, ne de, düşmanlık bitti!” düşüncesiyle iç geçirdi. Bir an başı döner gibi oldu, yüreği fenalaştı. Faruk sütü alırken; “Hasibe Teyze, neyin var? Hasta mısın? Yüzünün rengi sapsarı oldu” dedi, uzaklaşarak.

 

Hasibe’nin yüreğine hançerler saplanmış gibiydi. Sevdiği adamın oğlu yeğeniydi. Nedenini anlatamazdı. Eve doğru ağır aksak yürüdü. Aklında ilk aşkı Ömer vardı. İşlerin çoğu bitmiş, kalanı kaslındı. Odasına çekilerek yatağına uzandı. Gözlerini tahta tavana dikerek geçmişe dalıp gitti. Bu düşü kim bilir kaç defa kurmuştu. Ama o mutlu anlar bir yerde film gibi kopuyor, düşler anlamsızlaşıyordu. Ondan mıdır bilinmez, yarım kalan ve kurduğu düşlerin hikayesini defalarca anlatırdı.

 

O konuşurken, Saniye gözlerini ablasına dikerdi. Hasibe anlatır, Saniye o anları yeniden yaşar gibi yüzü al al olur, renkten renge dönerdi.

 

Hasibe’nin hikâyesi acılarla örülüydü. Ömer’le düğün günü kesilmiş, davetiyeler dağılmıştı. Ama kapı komşuları olan kayınpederi ile babası tarla-takım sınırı yüzünden, yıllardır kavgalıydı. Onlar için ağaç dalları bahçe duvarını aşsa, kavga nedeni sayılırdı. Hasibe ile Ömer’in sözlendikleri güne kadar, küskünlükleri sürüp gitmişti. Düğün arifesinde, iki aile arasındaki buzlar çözülür gibi olmuştu. Ama düğün günü sürtüşmekten geri kalmamışlardı. Ama ne olduysa kınagecesi olmuştu. İkisi dünür, durup dururken kavgaya tutuşmuştu. Kavga sırasında, davulun sesine bir anda silah sesi karışmış, Hasibe’nin babası kaza kurşunuyla damadın babasını vurup öldürmüştü. Düğünü kana bulanan Hasibe, şok olmuş, elleri kınalı gelinlikler içinde öylece kalakalmıştı. Babası vurulan Ömer, hışımla gelip, Hasibe geline bir tokat savurarak onu terk edip gitmişti.

 

Hasibe, şaşkındı! Boş gözlerle etrafına bakındı. Çaresizdi. Yüreği acıyor, düğün günü sevdiğinden ayrılmak onu kahrediyordu. Gelinliğini üzerinden çıkarmamaya aht ederek günlerce odasına kapandı. Oysa Ömer’le Hasibe’nin Evleri dip dibe, duvar duvaraydı. Ömer her gün duvar ardından,“kana kan, cana can!” diyerek haykırıp, tehditler savuruyordu. Aynı sıralarda Köy heyeti araya girmişti. “Kanı kanla yıkanmayınız” diyerek, Ömer’in önüne durmuştu. Sonunda bir karara varıldı. “Ömer babasını öldüren ailenin kızlarından her hangi birini isterse, onu kan bedeli karşılığında düğünsüz derneksiz alacaktı. Elleri kınalı Hasibe, köy heyetinden çıkan kararı duymuştu. Gizliden gizliye sevinerek gelinlik içinde Ömer’i beklemeye koyuldu. Annesi kaygılıydı. Kocası hapse düşmüş hayatları alt üst olmuştu. Onun bir de on iki yaşlarında ikiz kızları vardı.

 

Cenazenin yedinci günüydü. Nazlı ile Saniye her şeyden habersiz, avluda ip atlayıp gülüşerek oynuyordu. Birden avlu kapsı önünde sesler duyuldu. Köyün muhtarıyla imamı önde, yaşlı köy heyetiyle birlikte onların kapısına gelip dayanmıştı. Hasibe, Ömer onu düğünsüz de olsa alır düşüncesiyle, umutluydu. Evde kendinden başka gelinlik kız da yoktu. Bu düşünüşle avunmaya çalışıyordu. Çok geçmeden Ömer’le köy heyeti, töre gereği sessiz tanıklar gibi bir anda avluya doluştu. Hasibe’nin yüreği heyecanla çarparken, bedenini bir alev dalgası sarmıştı. Ömer’i görünce, gelinlik içinde sevinçle kapıya koşarak ayakları dibine kapandı.

 

 “Ömerim! Ölüm bir kazaydı! Sevdalım, affet bizi! Biliyorum, beni almaya geldin! Varsın düğünsüz, derneksiz olsun. Beni al da, bu işkenceyle kör olası düşmanlıklar bitsin!” diye yalvardı.

 

Ömer, kanlısı olan Hasibe’yi gelinlik içinde görünce önce biraz şaşırdı. Sonra bir tekmeyle onu kenara itekleyerek devirdi. Hasibe yerlerde gelinliğine hayvan pisliği, çamur bulaşmıştı. Ağlayarak ayağa kalkıp kollarını açarak Ömer’n önüne geçti. Ömer hakaretler yağdırarak, “Merak etme, kan diyet hakkımızı, söke söke alacağım!” diyerek naralar atıp Hasibe’nin annesi üstüne doğru yürüdü. Anne eve geçip kapıyı üzerine kapattı. Orada bulunan herkes, olacakları şaşkın bakışlar arasında izlemekteydi. “Deli bu oğlan! İntikam için koca kadını koynuna alacak değil her-hal” vb. fısıltılar, belli belirsiz duyuluyordu.

 

Evin kapısı önünde Hasibe, kapı gerisinde annesiyle ikiz kız kardeşi korku içinde beklemekteydi. Kızlar annelerinin eteklerine tutunmuş, korkulu gözlerle olanları izliyordu. Adamlar avluda sessizce bekleşirken, bazı köylüler Ömer’i sakinleştirmeye çalışıyordu. Ömer’i ise öfkeli, onu zaptetmek kolay değildi. Bir anda kalabalıktan sıyrılarak hışımla evin kapısına doğru yürüdü. Hasibe kapı önünde yarı ağlamaklı gülümseyerek, ellerini ona doğru uzattı. Ömer, Hasibe’ye bir tokat daha vurarak kenara savurup düşürdü.

 

“Çok istiyorsan kan bedeli olarak gel! Kapımda tutmam, itim ol, ama sana ahırımda bile yer olmaz. Kanlımsın! Ne yapsan da seni avrat etmem!” diyerek, kapıya doğru yöneldi. Kapı ardında bekleşen küçük kızlar korkuyordu. Anne geri geri çekilirken, Ömer Nazlı’nın kolundan tuttuğu gibi çekip aldı. Küçük kız korku içinde çığlıklar atarken, Hasibe fenalaşarak yere yığılmıştı. O an için ne anne, ne de kimsenin yapacağı bir şey yoktur. Kadın olduğu yerde heykel gibi dikilip kalmıştı. Hasibe, acı içinde inleyerek güçlükle kalkmaya çalıştı. Kız kardeşinin kolundan tuttu. Onu korumaya, Ömer’in elinden almak için mücadele veriyordu. Köylüler, onun önüne geçip durdu. İçlerinden biri; “Bedel alındı, düşmanlık bitti. Bir kurban olarak seçilen kız; kan-can bedeli olarak at, altın, tarla, avrat yerine geçecek. Şimdi barış sağlandı. Dağılın!” der uzaklaşarak. 

 

Ömer, Hasibe’yi sevse de es geçip, küçük Nazlı’yı kaptığı gibi ellerinden çekip aldı. Hasibe, yarım kalan evliliğin tamamlanması beklerken, bir anda dünyası yıkılmıştı. Son bir çabayla, “o daha bir çocuk!” diyerek haykırdı. Onu dinleyen yoktu. İnsanlar dağılmak üzereyken o, üzerindeki gelinliği çıkarttığı gibi avlu ortasına iç çamaşırlarıyla öylece kala kalmıştı. Adamlardan kimi arkasını dönerken, kimi başını öne eğerek dağıldı. Ömer şaşkınca Hasibe’ye doğru yüryordu. O artık yarlı bir kuş gibiydi. Annesi, çarşaf getirerek sarıp sarmaya çalıştı.

 

“Dur Ömer! Kanı kanla yıkamak istemeyiz! Nazlı’yı seçtin. Tamam bitti! Hadi durma al götür onu” der, gözyaşlarını silerek. Hasibe; “Ana, Nazlı bacım daha çocuk!” der inleyerek. Annesi; “Biliyorum kızım. Ölüm olmasın yeter. Zamanla hepsi geçecek, der ağlayarak.

 

Ömer Nazlı kızdan yirmi yaş büyüktü. Yine de onu koynuna almıştı. Hasibe duvar ardında, ”böyle nasıl yaşarım Ömer! Bacım daha küçük bir çocuk!” diye diye, iç çekişlerle ağlayarak çaresizce duvar dibinde sabahlıyordu. Evleri dip dibe, duvar duvaraydı. Ama Hasibe, ne kız kardeşini, ne de sevdiği adamı görmesi mümkün değil. Yasaklıydı.

 

O günden sonra, Hasibe ile annesi için acı dolu günlerin başlangıcı olur. Anne her gece küçük kızı Nazlı’nın ağlamalarına dayanamaz. Hastalanıp yataklara düşer ve kısa süre sonra ölür. Olanları hapishanede duyan baba, bir yıl içinde cenazesi gelir. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ömer’in bedel karşılığında aldığı Nazlı’dan çocukları olur. Çocuklar büyüdükçe, teyzelerini görme yasağı yoktu. Ancak Nazlı’nın ailesi ile görüşmesi yasaktı. Hasibe ise yıllar içinde, aşkını yüreğine gömerek kimselere varmamıştı. İnek besleyerek, kız kardeşi Saniye’ye bakıp büyütü. Duvar ardında görmeye yasaklı sevdiği adamla kız kardeşinin kâh ağlamaları, kâh gülüşleri, sevişlerini dinleyerek çinko dam altında bir ömür geçirmeye mahkûm edilmiş gibiydi. Onun için, çinko dam altında boş yataklarda yatıp, yaşama tutunmaya çalışmak öyle kolay değildi.

 

Hasibe bir an sustu. Gözlerini ufka dikerek bir şey unutmuş gibi kalkıp eve doğru yürüdü. Eski çinko damlı, kerpiç duvarlı kullanılmayan evin dış odasının kapısına anahtarı sokup hafifçe çevirdi. Balkondaki lavanta ile sardunyaların kokusu ortalığı sarmıştı. Güneş bir an ufuk çizgisinden çıkıp, Hasibe’nin gözlerinde parlayıverdi. Odanın kapısı açılınca içerisi görüldü. Hafifçe perdeyi araladı. Odaya gün ışığı dolmuştu. Naftalin küf kokusu çiçeklerin kokusuna karışmıştı. Duvarda ise bir gelinlik aslıydı. Hasibe gelinliğe yüzünü gömerek kokladı. “Lavanta kokuyor” diye mırıldandı. Sandık kapağını araladı. Çok geçmeden elinde siyah beyaz fotoğraflarla gelip tahta sedire oturdu.

 

Yaşamın verdiği ağırlık beni etkilemez diye düşünürdüm. Yüzümdeki çizgilerin derinliği kadardı kaygılarım. Ruhum; ergenlik çağına yeni girmiş asiydi. Hala da hayatın tozpembe oluğumu düşünürüm. Ama hiçbir şey görüldüğü kadar masum ve yalın değildi.

 

Bu düşünüşle siyah-beyaz resimleri Hasibe’nin eline tutuşturdum. Gitme zamanı gelmişti. Çay bardağını tahta masaya bırakarak kapıya yöneldim. Hasibe ile Saniye yolcularken, ısrarla “biraz daha kal” diyordu. Ardıma dönüp baktığımda Ötede kerpiç duvarları aşan, mavi, mor renkli çiçekli otlar, onların yetiştirdikleri kokulu çiçekleri gölgeliyordu. Giderayak Hasbe’ye çiçeklerinin adını sordum. Saniye’nin elinde çay tepsisi vardı. Öne atılarak, bir çırpıda saydı.

 

“Karasevda, karagül, karanfil, lavanta, sardunya, gelincik, gelin duvağı, gelin tülü, gelin eli, gelin çiçeği ve diğerleri... Benim gelinliğim olmadı hiç” dedi seslice. Konuşurken elleri titriyordu. Bir an çay tepsisini düşürecek gibi oldu. Kendini toparlayarak mutfağa yöneldi.

 

Oradan ayrılırken, üzerimdeki kasvetli havayı atıp çiçekleri düşünüyordum. Belki de en güzel kokan çiçekler uçurumların kıyısında yetirdi. Hasibe ile Saniye de, uçurumların kıyısında başını sonsuz bir boşluğa eğmiş solgun çiçekler gibi ve her şeye rağmen yaşama tutunmaya çalışıyordu.

 

O gün bu gündür bir Saniye ile Hasibe’lerin çinko damlı çiçekli evinde, bir de denizin uçsuz bucaksız maviliği karşısında sessizleşirim.

 

 

 

 

 

 

 

Özgeçmiş

 

Hatice Elveren Peköz Hatay’ın Alınözü’ne bağlı Yunushan Köyünde doğdu. Dört erkek çocuk annesi olan Peköz, küçük yaşlarda başladığı yazın hayatına küçük denemelerle çeşitli öyküler yazarak edebiyat dünyasında yer almaya çalıştı.

 

Türkiye Yazarlar Sendika üyesi olan Hatice Elveren Peköz’ün ilk kitabı ‘Zakkum Çiçeğim Mihri’ 2009 yılında çıktı. Onu  2010 yılında çıkan ‘Yeminli Kitap’ izledi. Yirmi beş yıldır çeşitli dergi, gazete ve ortak kitaplarda da birçok öyküsü, şiiri ile çocuk hikayeleri yayımlandı.

 

Senarist Yazar Hatice Elveren Peköz, son beş yıldır bazı kısa film ve öykü atölyelerine katılarak senaryo yazımı, video jenerik, kurgu montaj uygulamalı derslere katıldı.  Ayrıca Antakya 2. Medeniyetler Buluşması Film Festivali kapsamında gerçekleşen, “Uygulamalı Belgesel Film Yapım Atölyesine katıldı. Halen sinema film öykülerinin yanı sıra, kitap editörlüğü ile diyalog sahne yazarak senaryo çalışmalarını sürdürüyor.

 

Hatice Elveren Peköz (Yazar Senarist Kitap Editörü)

 

E- posta: hatice_pekoz@hotmail.com